Kaynak, CUMHURİYET
Uğur Mumcu, hemen hemen öğrenciyken 26 Ağustos 1962’de Cumhuriyet gazetesinde piyasaya çıkan “Türk Sosyalizmi” başlıklı makalesiyle Yunus Nadi Ödülü’nü almıştı
8 dakika ilkin
Araştırmacı gazeteci ve yazar Uğur Mumcu, tam 30 yıl ilkin, 24 Ocak 1993’te otomobiline konulmuş olan bombanın patlaması sonucu yaşamını yitirdi. Suikast hala tam anlamıyla aydınlatılmış değil.
Organize kabahat örgütü lideri olmak suçlamasından hakkında arama sonucu bulunan Sedat Peker’in 23 Mayıs 2021’de mevzuyu yine gündeme getirmesinin arkasından Mumcu’nun eşi, eski TBMM Başkanvekili Güldal Mumcu, mevzuyla ilgili data sahibi her insanın hitabı ve suikastın aydınlatılması için sonuna kadar gidilmesi çağrısını yinelemişti. Mumcu, “Çekin tuğlaları yıkılsın duvar, altında kim kalırsa kalsın” demişti.
Gazeteci Adnan Gerger, Uğur Mumcu Suikastının 25’inci senesinde, 24 Ocak 2018’te BBC Türkçe’ye mevzuyu değerlendiren bir çözümleme kaleme almıştı.
“Ortadoğu, emperyalizmin kol gezdirilmiş olduğu, terör örgütleriyle çeşitli haber alma örgütlerinin kanlı ve kirli oyunlar oynadığı karanlık bir dipsiz kuyudur. Bu karanlık ve dipsiz kuyuda cinayetler birbirini izler. Halk deyişi ile Ortadoğu’da ‘Kimin eli kimin cebindedir’ kim bilir. Kim, kimi, niçin öldürüyor? Bu soruların yanıtlarını anında bulmanın olanağı da yoktur. Vakalar seneler sonrasında aydınlanır. O da bir kısmı.”
Uğur Mumcu, Musa Anter’in 20 Eylül 1992’de öldürülmesinden sonrasında değindiği “Dipsiz Kuyu” başlıklı yazısında bu tarz şeyleri yazıyordu.
Suikastın üstünden 30 yıl geçmesine ve adli süre aşımına kısa süre kalmasına rağmen ne yazık ki; 24 Ocak 1993’teki Uğur Mumcu Suikastı, öteki suikastlar ve birçok kanlı fiil benzer biçimde hâlâ aydınlanmadı.
Ben, UMUT (Uğur Mumcu Uzun Takip) Operasyonu’nu başından bu yana takip eden bir gazeteciyim.
Keşke yetkililer, bu operasyona böylesine fiyakalı akrostiş bir isim vermeyi akıl edene kadar suikastı aydınlatma cesaretini gösterebilselerdi.
Operasyon çerçevesinde birçok insan yakalandı. Kimisi masum bulunduğunu söylemiş oldu, kimisi de poliste-savcılıkta ikrarda bulunmuş oldu, Pişmanlık Yasası’ndan yararlanmak istedi. Mahkeme safhasındaysa emniyette işkence altında ifade verdiklerini, suçsuz olduklarını ve vakalarla hiçbir bağlantılarının olmadığını söylediler.
Birçoğu “zanlı” diye tutuklandı, yargılandı, özgür kaldı.Tetikçilerin bir kısmı yakalanmış olabilir. Fakat bu durum hiçbir süre suikastın aydınlandığı anlamına gelmez ki…
Soruları sormuş olacaktır yetkili bile yok
Bırakın suikastın aydınlanmasını, tam çeyrek asırdır ortada kalan soruları sormuş olacaktır yetkili bile bulamıyorsunuz. Adli süreç de devam ediyor. Fakat bu sürecin başlangıcında ve derhal sonrasında da neler yaşandığı bütünüyle kamuoyuna pek açıklanmadı.
Birçok insan kimi zaman hedef şaşırtmak için kimi zaman de kendi ideolojik düşünceleri doğrultusunda iddialar ortaya attı. Hem de ne iddialar. “Bu iddialar havada uçuştu” dersek abartmamış oluruz. Sadece şu ana kadar bu iddialardan hiçbirisi ne elle tutuldu, ne gözle görüldü.
Uğur Mumcu’nun katillerinin yakalandığının resmi olarak açıklanmış olduğu UMUT Operasyonu’nun başlamasından tam 3 ay sonrasında, bu operasyonun iyi mi fiyasko bulunduğunu ortaya çıkardığımda kimse bana inanmak istememişti.
Oysa ben bu detayları operasyondan bir numaralı seviyede görevli olan en üst yetkili olan devrin Ankara Güvenlik Müdürü rahmetli Kemal İskender’den almıştım.
Derhal sonrasında da devrin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan ve Güvenlik Genel Müdürü Turan Genç bu haberimi teyit etmişlerdi.
‘Fiyasko’ operasyon
UMUT Operasyonu’nun “fiyasko” olduğu, katil diye yakalandığı resmen açıklanan iki zanlının yer göstermede yanıldıkları, birbirini tanımadıklarından anlaşılacaktı.
Nitekim sonrasında başka 2 şahıs, suikastı gerçekleştirenler olarak yakalanacaktı.
Peşinden da aslolan failinin ise yurt dışına kaçtığı ya da kaçırmış olduğu belirlenecekti fakat hiçbir süre kamuoyu Uğur Mumcu Suikastı operasyonunda tatminkar bir cevap alamayacaktı. Iyi mi alsın ki?
Aslen, bu suali sormadan ilkin kısaca Uğur Mumcu Suikastı’na gelene kadar Türkiye’de 1988 yılından 1999 yılına kadar bir seri suikastlar zincirini hatırlamamız gerekiyor.
Bilhassa Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı’nın karakteristik hususi durumunu göz ardı etmemek gerekiyor.
Bu kişilerin hepsi özgür düşünceyi korumak için çaba sarfeden laik aydınlar ve bilim insanlarıydı.

Kaynak, CUMHURİYET
Cumhuriyet gazetesinin 25 Ocak 1993 tarihindeki sayısının birinci sayfası
En mühim ve en kırılgan suikast
Şüphesiz Uğur Mumcu Suikastı bu cinayetlerin en önemlisi ve en kırılgan olanıydı. Bu sebeple Uğur Mumcu, ulaşmış olduğu belgeleri açıklayabilen, ülkede ve bölgede yaşanmış olan vakalar hakkında analitik bir çözümlemeyle doğru tespitler yapabilen yürekli bir gazeteciydi.
Bu tespitlerden de birçok odak noktası hastalık duyuyordu.
Bu suikastların bir öteki mühim karakteristik hususi durumunun de Türkiye’nin siyasal ve toplumsal yaşam biçimini değişiklik yapmak ve korkunun egemenliğini yaratmak olduğu gün benzer biçimde ortadaydı.
Suikastın üstünden tam 30 yıl geçti…
Ne o dönemde mevcud Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Savcısının hazırladığı iddianame, ne de sonradan ortaya atılan başka başka iddialar….
Hiçbirisi Uğur Mumcu Suikastı sonrasında yürütülen soruşturmada bu kadar oldukça konuşulmadı, üstünde düşünülmedi, sual işareti oluşturmadı.
Hâlâ da konuşuluyor, hâlâ da çözülmeyi bekliyor.
‘Bir tuğla çekersem duvar yıkılır’
Hatta DGM Cumhuriyet Savcısı Ideal Çoşkun’un, “Bu işi devlet yaptırmıştır, siyasal iktidar isterse çözülür” sözleri bile “tuğla açıklaması”nın yanında sönük kaldı.
Bu, Uğur Mumcu Suikastının “Pandora kutusu” olarak vasıflandırılan ve bu soruşturmanın en çarpıcı gelişmesi olarak kabul edilen; sonradan Hakkaniyet Bakanlığı da icra eden Mehmet Ağar’ın Güvenlik Genel Müdürlüğü’ne atandıktan sonrasında Mumcu ailesini ziyaretinde Güldal Mumcu’yla görüşmesi esnasında kullandığı bir ifadeydi.
Her ne kadar sonradan bu sözleri reddetse de kamuoyunu ikna edemeyen Ağar, soruşturmanın önünde tuğla tuğla duvar örüldüğünü söylediğinde kendisine “Bir tuğla çekin, gerçekler ortaya çıksın” diyen Güldal Mumcu’ya “Bir tuğla çekersem duvar yıkılır” yanıtını vermişti.
O devrin koşullarında haydi tuğlayı kimse çekemiyordu, o duvarın altında duracak olanlar pek bir fazlaydı. Hepimiz korkuyordu, bu aşikârdı. Bunu anlıyordum.
O tuğlayı çekmekten korkan insanların, hep beraber o duvarın altında duracak olanların o “duvar”ı devlet olarak algılanmasını ve bu bahaneye sığındıklarını da anlıyordum.
Peki, niçin şimdi o tuğlaya dokunulmuyor?
Dokunulmadığı süre o duvarı “devlet” olarak nitelendirenlerin yerli işbirlikçileriyle kurulan internasyonal patentli fırınlarda pişirilen ekmeklere yağ sürüldüğü bilinmiyor mu?
Böylesine tuğlalardan inşa edilmiş duvarlardan devlet olur mu? Devlet bu şekilde bir töhmet altında iyi mi kalabilir?
İşte bunu anlayamıyorum. Hepimiz unutabilir hatırlatayım: Uğur Mumcu Suikastını çözmek, devrin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin’in deyimiyle, “devletin namus borcuydu”.
Eğer bu ülkenin geleceğine güvenle bakılması isteniyorsa, geçmişteki bu suikastların ve kanlı eylemlerin de karanlıkta kalan yönlerinin bir an ilkin ortaya çıkarılması, gerçek faillerinin bir an ilkin tespit edilerek açıklanması gerekir.
Bu suikastlar, devamlı gündemdeki yerini koruyacaktır.
Yoksa o duvar devamlı karşınıza çıkar, o tuğla da…
Adnan Gerger, Uğur Mumcu’yu Kim Öldürdü? (İmge Yayınları-2011) kitabının yazarı.
Bu yazı BBC Türkçe’de ilk olarak 24 Ocak 2018’de yayımlanmıştı.

Kaynak, CUMHURİYET
Uygar Gazeteciler Derneği Eskişehir Şubesi’nin düzenlemiş olduğu Uğur Mumcu Anma Ödülleri töreninden bir kare
Yoruma kapalı.